Kaybettiklerimin arasında en çok aklımı özlüyorum.M.T Uzun yıllar sonra Marmara Üniversitesinin Ortodonti Bölümüne gittiğimde,Kaydınız yok! denildiğinde donup kalmıştım. Sistem bilgisayara geçince memure hanım oğlumun adını eklemeyi unutmuş, aradan 11 sene geçtiği halde ne mektup ne bir yazı bize ulaşmıştı. Her seferinde üniversiteye telefon açtığımda, Henüz size sıra gelmedi, yanıtını alıyordum. Ama bu kez kararlıydım, her ne olursa olsun, bu kadar gecikmenin gerçek sebebini öğrenmeliydim. Zira oğlum artık üç yaşındaki bir çocuk değil, bir ergen olmuştu. Akordiyonun tuşlarına dönüşmüş olan dişlerinin tedavisi yapılmalıydı, çok gecikmiş olduğumuzu biliyordum. Ama görün ki, yıllar önce kaydımızı almış olan şişe dipli gözlüklerinin üstünden yeşil gözlerini kısarak bakan memure hanımın, unutkanlığını aşamıyordum; -Maalesef üzgünüm hanımefendi oğlunuzun burada kaydı yok, demez mi? İşte o an, sabrımın gemlerinin gevşediği, beynimden aşağı kaynar suların döküldüğü andı o an... Gözlüklerin üstünden bakan kadına; -Bir kez daha o dosyayı iyice incelerseniz, görürsünüz hanımefendi, nasıl olur!.. Dedikten sonra elimde sıkıca tutmakta olduğum, bilgisayara geçmeden önceki sararmış, rengi yitmiş randevu kağıdını gösterdim: -Bakın, elimde sizin yıllar önce verdiğiniz randevu kayıt kartı... Hanımefendi, peki bu kart ne işe yarıyor şimdi? soruma da memure hanım, umarsızca omuz silkti. Onun; -Ne yapayım kardeşim. Gelmeliydiniz. Bilgilerinizi güncelletmeliydiniz. Bu benim sorunum değil... Ve benzeri sözleri, aklımın kayalıklarından keçileri indiriyor, öfkemi daha da havalandırıyordu. -Bakın hanımefendi, sistem ne zaman, nasıl yenilendi, biz nereden bilelim? Hem siz yenilikler, güncellemeler, vs... hakkında bizi bilgilendirmeliydiniz. Buna yükümlüsünüz. Sözlerim de havada asılı kalıyordu. Kadın 98 Windows ekranına bir kez daha bakıp, dudaklarını büküyor, alaylı bakışları boynumdaki mavi eşarba takılı kalıyordu. Neden boynuma baktığını çok sonraları algıladım. Arkamdaki beyefendinin sesiyle dikkatim dağılıvermişti: Hanımefendi işiniz bittiyse şöyle kenara çekilin de bizim de işimiz görülsün hele! Allah'ım aklımı kaçıracaktım!.. Senelerdir biz bugünü boşuna mı beklemiştik? Yeniden camlı bölmenin ardındaki kişiye eğilip sordum: -Eğer bu işi kendi paramızla yaptırmaya kalksak, bana maliyeti ne olur? -15 Bin Türk Lirası. -Hımm, peki devlet hepsini üstleniyor mu? -Evet, siz sadece malzemeyi alacaksınız. -Malzemenin ederi nedir? -1000 TL. Arkamda ki beyefendi haklı olarak omzuma dokundu: -Ee, yeter artık hanımefendi, hem memuru, hem de bizi gereksiz yere meşgul ediyorsunuz. Ayıp olmuyor mu ha? Olacak iş miydi şimdi? Adama verilecek yanıtım vardı, ama ben aklımı yitirmek üzereydim. Akıl bir gitti mi, ara da bulasın. İster istemez camlı bölümden uzaklaştım. Bir süre boş boş etrafıma bakınıp durdum. Nereden başlamalıydım? Kime danışmalıydım? Etrafımda koşturan hasta ve aileleri, diş doktorları, talebeleri hareket halindeydi. O anda herkes, her şey dönmeye başlamıştı. Öfkenin sinyalleri beynimde zillerini çalmaya başlamıştı bile... Saç diplerim geriliyor ve sıcaklık başımdan yüzüme doğru yayılıyor, yüreğimdeki çarpıntılar Harbiyeli subayların ritimli adımları gibi hızlı atıyordu. Saatime baktığımda 11.30’u gösteriyordu. Az sonra herkes öğle yemeği telaşına kapılacaktı. Acele etmeliydim... Yüzüm yanmaya, kulaklarım uğuldamaya başladı mı, o an anlardım ki, içimde patlamaya hazır volkanlar kaynıyor olurdu. Kendime engel olmalıydım. Kaybettiklerimin arasında en çok aklımı özlüyorum. Sözcükler kulaklarımda akisler çizmeye başlamıştı. M.Twain'in bu sözleri aklıma gelince hızımı alamamış Marmara Üniversitesinin merdivenlerini hızla çıkmıştım. Dekanın oda kapısını çalıp aniden içeri daldığımda, peşimdeki sekreterin, hanımefendi durun lütfen!.. Bu şekilde giremezsiniz dekanın odasına..! Hem sizin randevunuz var mıydı? sözlerini işitmedim bile… İçeri girdiğimde üç çift bakış bana doğru uzanmıştı. Bakışlarında merak ve şaşkınlık ifadesi yerleşmişti. Lacivert takım elbise giyinmiş, orta yaşlarda iki beyefendi, dekan beyle karşılıklı oturmuş, kahve içmekteydiler. Öyle doluydum ki, kendimi zor tutuyor, -öfkemin iplerini- şaha kalkmaması için dizginliyordum. Pervasızca atıldım dilimin ucundan tutamadığım sözcükler, o anda dudaklarımdan makineli tüfekten atılan kurşunlar, gibi odada dağılıyordu. -“Dekan bey, özür dilerim. İçeri bu şekilde girmemeliydim. Ama binanızda aklımı kaybettim. Onu arıyordum. Lütfen bana yardım edebilir misiniz? “ Bu sözlerimden sonra, Dekan ve James Bond kılıklı iki adamın da bakışları, boynumdaki mavi eşarba dikkat kesilmişlerdi. Bir anda üçünün de yüzlerindeki ifade, yavaş yavaş değişmeye başlamıştı. (-Gerçek Yaşamımdan Kesitler-) Emine PİŞİREN
Yorumlar
Kalan Karakter: