İzmir'de iki kadın

FRANSIZ Hastanesi'nde çalışmış,

Neriman hemşire,

hemşire rahibelerle.

Bonjour diye karşılanırmış hastalar,

yıl 1960'lar.

Ölçüsü alınan önlükler, İTALYA ve FRANSA'dan.

Beraberinde yurt dışı yolculuklar.

Temizinden ayakkabılar, hastane için özenlikle..

Sokaklar mı! KARABASAN!..

Peşine takılırmış adamlar, kaba sabasından.

Onlar ki, şimdilere yine tanıdıklar.

Çok çantalar eskitmiş Neriman hemşire,

korunmaya çalışmaktan.

Nereden gelmişler bunlar?

Sadece kendisine sorabildiği,

yanıtsız kalan peşi sıra sorular.

KONAK'tan GÜZELYALI'ya zindanmış kaldırımlar.

Takip eden gölgeler, yollara dökülmüşler.

Kavgalardan küfürler, naralara karışırken,

yağmurda şemsiyesi, korunağı olmuş ayak seslerinden.

Nefes nefese kurtuluşa koşmaları,

yalnızlığa zorlamış yaşadıkları.

İşten çıkarmaması için babasından saklarmış bunları.

Anlatırken daldı, gözleri buğulandı.

Bakmalıydım aileme diyerek burkuldu dudakları.

Son durakta inen yolcular gibiydi.

Tek tek döküldü dilinden kelimeler,

1963-64'dü,

GİRİT ADASI'ndan akın akın geliyordu mülteciler dedi ve düğüm oldu cümleler, yutkundu.

Peki ya, ben mi?

Şartlarım kovalamıştı İZMİR'in yoluna,

Benim ne işim vardı burada?

Allahı'm bu nasıl döngüde çarktı da beni de çarpmıştı.

O çok sevdiğim İSTANBUL'um bana artık pahalı ve uzaktı.

Gidebildiğim yerler ne tesadüf ki,

adı değişmiş ya da yeni kurulan mahalleler.

Emekli şehri burası gel diyenler,

İZMİR'i benden önce terkettiler.

Neriman hemşire ile yolumuz kesişti,

İZMİR'in KARABAĞLAR'ında,

karalar üzerime bağlandı da o bağda,

umutlarım bile ürkmüştü.

İlk günlerimden, dolunaya,

güneşine hayran olduğum bir gün,

körfezinde manzaramdan geçen

bir genç kız, İSTANBUL'da bir zamanda öğrencimdi.

HİNT OKYANUSU'na giden geminin,

güzel kaptanı HİLAL'imdi.

Sonrasında yangınlardan kara duman

ve betonlardı manzaram.

Gecelere saldırdı, korna, makas, acı fren sesleri.

Gündüzüne kulaklık tıkamış birçok genç ve

işe koşturanlar,

olup bitenlere sağır ya da duyarsızdılar.

Sanki film şeridinden, hızlıca geçiyorlardı.

Yorgun yüzler düşük ve gözler yere bakarken,

bir anne bebeğiyle betonun buzunda,

vicdanlarda donuyordu.

Yanığından şarkı söyleyen çocuklar, gelenleri karşılıyor, gidenleri uğurluyordu.

Kırık dökük, kaygan kaldırımlarda,

parfüm olmuş çöpler.

Acıkmış kuşlar, kediler ve köpekler de ilgi bekliyordu.

Günün karmaşasıyla eve dönüşler.

Bitmeyen endişeler üstüne,

kol değneklerime bakıp da,

"Kayıp da düşenler yerine hoş geldin", diyen değnekçiler.

Ben neredeydim?

O an Tarih ve Coğrafya dersinde olmalıydım da bu günlerimizden sormalıydım. Burası neresiydi?

Belki de kimilerine sadece tatil yeri.

Kalıcıysan uğraş dur, elektrik, su, yol diye diye,

yine ömür tüketen bir yerde miydim!?..

Bir gri puslu, bakımsız şehirdin bende, neminde boğulurken, lağım kokusundan bezmiştim.

Yürüyüş yolu çıkmazından nereye çıkış bulursam,

orası derin nefesimdi.

Yine çıkmazlardan mecburiyete gidişimde,

bir kitabevinin önünde,

kitabımla, çay sohbetinin içinde buldum kendimi.

Çıkmazlardan çıkışımı, çıkış yeri ansızın haber vermişti.

Kitapların arasından sahibi, kitabımı incelerken,

"Ne gezersin burda kırık dökük böylesi?", diye sordu ve gülümsedi.

Bilmez misin!? TÜRKLER tepelerde,

yukarıdan bakarlar sahile.

Senin ne işin var sahilde!?

Benim mi!? Bir kol değneklerime baktım,

hem parmağımdaki Atel'e.

Havanın nemi karıştı gözlerime.

Aklımda parladı, eşyalarımın geldiği gün.

2016'nın 02 Temmuz uydu.

Apartmanın, sokak merdiveninden inen işçi,

altı ay sonra düşeceğim basamağın, tam üzerinden kaymış ve zor toparlanmıştı.

Anladım ki kaygan zeminde dikkat etsen de, yazı kışı fark etmiyormuş.

Neriman hemşirenin oturduğum evi,

deniz manzarasına bakıp da,

bir türlü oturamadığım dediği,

bakımsız, bıkkın, yorgun bina,

ona ve bana sanki

SAKINCALAR KULESİYDİ.

YORUM EKLE